28 Ocak 2015 Çarşamba

6 milyar yıl sonrasını düşünmek...


Dün akşam Discovery Science kanalında Gökadalar'la ilgili bir programa denk geldim. Hayır, ben sadece belgesel izlerim tarzında konuşmayacağım :) Ama geçenlerde Dsmart'tan aradılar bir senelik bir üyelik için anlaştık kendileriyle. Son günlerde televizyonu açmaya gerek bile görmeyince sorguladım bir an kendimi. Lan, para verdik Dsmarta, neden hiç izlemiyorum dedim kendi kendime, açtım. İyi ki de açmışım. Hayatımda izlediğim en güzel şeylerden birini izledim, soluk almadan, merak ve hayretler içersinde, gözümü belerte belerte izledim.

Küçüklüğümden beri gökyüzüne ve yıldızlara meraklıyımdır. Henüz bir ergenken, babamın çatı katındaki evinde yaşarkene, çatıya çıkar, Tübitak yayınlarından aldığım yıldız ve gökyüzü harita kitabımla gökyüzünü izlerdim. Hatta kaseti de vardı, kulaklığımı da takardım, şehir merkezinin ışıklı gökyüzünde görebildiğim yıldızları hayran hayran izler, isimlerini ve yerlerini ezberlerdim.  Bulutsuz bir gecede, ışık kirliliğinin olmadığı ıssız bir yerdeki gökyüzü kadar büyüleyici bir şey var mı?

Gökada, diğer adıyla Galaksi dediğimiz şey, toz, gaz bulutları, yıldızlar, gezegenlerin milyarlarcasının bir arada bulunduğu bir oluşum. Dünyamızın içinde bulunduğu Gökada, Samanyolu Gökadası. Samanyolunun içersinde yaklaşık 200 milyar yıldız bulunuyor. Yani Dünyamız sadece bu galaksideki 200 milyardan biri. Galaksideki yerimiz tam olarak şöyleymiş:



Evrende kaç tane gökada var? Büyük gökada dediklerinden -Andromeda, Samanyolu gibi- 300 milyar, cüce gökada denilenlerden ise 7-8 trilyon tane. Her birinin içinde milyarlarca gezegen ve yıldız. Sonsuz sayıda bir toplam çıkıyor sanırım. Dünyamız, Samanyolu Gökadasındaki konumu itibariyle yaşam oluşabilmesi açısından şanslı bir yerde. Hem güneşe, hem de galaksi merkezine olan konumu itibariyle mükemmel noktada. 

Peki, bu kadar büyük sayılardan bahsederken, başka Gökadaların, başka mükemmel noktalarında yaşam olmadığına nasıl emin olabiliriz? Bu evrende, kumsaldaki bir kum tanesi bile değilken, kendimizi nasıl da büyük görüyoruz, nasıl da kibirliyiz değil mi? Evrenin bizim yaşamımız için "yaratıldığı" fikri sizce de fazlasıyla iddialı değil mi? 

Gelelim, yeni öğrendiğim ve beni yerime mıhlayan başka bir bilgiye. Gökadalar, belirli bir yörüngede sürekli dönerlerken bir yol katediyorlar. Ve çoook uzun bir zaman sonra -ki bu zamanın 6 milyar yıl olduğu söylendi- devasa Andromeda Gökadası ile Samanyolumuz karşılaşacaklar. Milyonlarca yıl sürecek bir çarpışma sonrasında devasa yeni bir Gökada oluşacak. Peki bizim minik dünyamız ne olacak? Ya evrenin sonsuz boşluğuna savrulacak, ya da yeni gökadanın merkezine yakın bir kısmında konumlanacak, her iki ihtimalde de, bu dünyadaki yaşamın sonu olacak. Tabi ki hala yaşam olursa...

Dün akşam bunu izledikten beridir, 6 milyar yıl sonrasını düşünüyorum deli gibi. Neler olacak acaba o muhteşem karşılaşmada, hala yaşam olacak mı dünyada o zamana kadar? Ne kadar tuhaf değil mi, 100 yıl öncesine kadar sadece bizim içinde bulunduğumuz gökadanın var olduğu düşünülürken, Hubble teleskobuyla yeni bir çığır açıldı ve artık bu hesaplamaların bile yapılabildiği bu günlere gelindi. Hem çok şanslı hem de çok şanssız bir dönemde doğmuşuz. Hem artık çok daha fazla bilgiye ulaşabildiğimiz bir dönemdeyiz, hem de kaynakların insafsızca sonunu getirdiğimiz bir dönemde. Son yüzyılda çok şey öğrendik, ama öğrendiklerimizle kendi sonumuzu da getiriyoruz. 

Nasıl kıskanıyorum, nasıl imreniyorum, içim gidiyor, o koca tesislerde, koca teleskoplarla çalışan, bu muhteşem evrenin sırlarını birbir çözen insanlara. Gökyüzü beni büyülüyor, evren ve uzayla ilgili bu bilgilere bayılıyorum. Muhteşem değil mi sizce de tüm bunlar :) 


Andromeda

NGC1300

NGC5866

Sarmal Galaksi
Sombrero 

26 Ocak 2015 Pazartesi

Swastika Geceleri - Katharine BURDEKIN

Son zamanlarda adını sıkça duyduğum bir kitaptı. Ee distopya meraklısı da olunca, okumak şart oldu. Feminist distopya olarak anılan kitapta, Hitler ikinci dünya savaşından galip ayrılmış, dünya sadece Japon ve Alman kutubunda bölünmüş durumda. Zaman olaraksa Hitler'den 700 yıl sonrası. Kitap 1937'de yayımlanmış, yani Hitler'in sonunun bilinmediği bir tarihte. 

Dinler yok edilmiş, sayıları az da olsa hristiyanlar var ancak aşağılık ve değersiz görülüyorlar, Hitler tanrı vasfını kazanmış, onun doğmadığına, infilak ederek oluştuğuna inanılıyor. Çünkü bir kadından doğmuş olmak bile mide bulandırıcı. Kadınlar, saçları kazınmış, belirlenmiş bölgenin dışına çıkmaları yasaklanmış, sadece üreme vasfından faydalanılan değersiz ve aşağılık varlıklar. Erkek çocukları belli bir süre sonra ellerinden alınıp devletçe büyütülüyor, çünkü bir kadının bir erkeği yetiştirmesi söz konusu değil. 

Tüm kitaplar yok edilmiş, geçmişe dair tüm kayıtlar ve doğal olarak toplum hafızası silinmiş durumda. Ancak gerçeği bilen bir kişi bile olsa umut sürüyor. Nesiller boyunca can pahasına korunan, gerçek tarihi anlatan tek bir kitap. Bir şövalye, bir nazi ve bir ingilizle bu kitabın hikayesine eşlik ediyorsunuz.

Kitabı sevsem de, distopya olarak 1984 kadar etkilemedi beni. 

25 Ocak 2015 Pazar

Haftasonu raporu

Mr sonucumda ikisi bir arada çıktı. Boyun düzleşmesi ve fıtık. Bir tane fıtığım varmış ama ne fıtığım ne de düzleşme ileri düzeyde değilmiş. Egzersizle boyun kaslarını güçlendirmekten başka yapacağın bir şey yok dedi.  Hadi hayırlısı. Hayatımın ilk kalıcı hasarı da bu oldu böylece. 

Masa başı işi, bedensel efor gerektiren işlerde çalışanlarca hep küçümsenir. Kesinlikle avantajları var. Yazın sıcağı, kışın soğuğu görmüyorsun, bedensel olarak çok yorulmuyorsun ama işte tehlikede işin burasında zaten. Oturuyorsun sürekli ve hareketsizlik tüm hastalıkların bir numaralı nedeni. 8 saatlik mesaimde ne kadar süre hareket ediyorumdur diye düşündüm boyun rahatsızlığı çıkınca. Kesinlikle yarım saati bulmaz hareket sürem. O da tuvalete gidip gelmek, faks çekmek, yan odadaki amirin yanına gitmek gibi hareketler. Tüm mesai boyunca oturur pozisyonda, sağ el mouse üzerinde bilgisayara odaklanmış vaziyette duruyorum. Sonra eve gel, mutfakta biraz oyalan, yemek ye ve yine yat. Hayata biraz hareket katmak lazım. Ama önce hareket yapacak enerji sağlamak lazım. 

Boyun egzersizleri tam benlik, tembel işi. Oturduğun yerde sağa bak, sola bak, aşağı yukarı bak, ohh bitti. Düzenli bir yürüyüş programı oturtamadım ya hayatıma, ona yanıyorum, yazıklar olsun bana. 

Tuğba'nın önerisiyle dün Peekay'i izledim. Daha önce de söylemiştim sanırım, hint filmlerindeki dans müzik olayına gıcığım. Ama filme bayıldım. İnsanların inanç sistemlerine, tanrı kavramına, din sömürüsüne çok güzel göndermeler var. Dinlere güzel güzel giydiren bu filmin bir hint filmi olmasına da çok şaşırdım. Hindistan'da böyle bir filmi kaldırabilecek hoşgörü varmış demek ki. Türkiye Hindistan'dan betermiş demek ki bu konuda. Çünkü böyle bir film ülkemizde yapılsa olacakları düşünemiyorum. Hele ki dinin bir numaralı sömürü aracı olduğu bu günlerde. Beni şaşırtan bir diğer ayrıntı başrol oyuncusunun yaşı. Adam 49 yaşındaymış, yeminle 20 falan sandım ben :) Bazı insanlar yaşlanmamayı başarıyorlar. Sonuç olarak izleyin derim. 

Temizlik yaptık bugün evde. Hani çöllerde çalı çırpıdan oluşan toplar rüzgarla dönerler ya, bizim evde onun tüy versiyonundan vardı yerlerde :) Böyle yürüdükçe falan sağa sola yuvarlanıyorlardı. Tiksindin mi benden :) Ne yapayım ya, kendini taratmayan ve tüylerinin uzunluğu 10 cm'i bulan bir tüy yumağıyla yaşıyoruz. Her gün de süpürge yapamayacağıma göre, kabullenmek en rahatı :)

İşte böyle geçti bu haftasonu da. Yoğun olacağını düşündüğüm bir hafta beni bekliyor. Şu kitabı bitireyim bari şimdi, azcık kaldı. Hadi görüşürüz.


23 Ocak 2015 Cuma

Boyun Egzersizleri

 




3 gün yapmama rağmen boynumu rahatlattı bu egzersizler. Çok da basit ve kısa sürüyor. Sopayla falan olanı yapmadım hiç. Hadi Ayşe, Jardzy, sizde sıra.

22 Ocak 2015 Perşembe

Al sana güven oyu...


Bu fotoğraf burada dursun.

Hak edilen şekilde yönetildiğimizin fotoğrafı, "bu da size kapak olsun" demenin fotoğrafı, yüzsüzlüğün, utanmazlığın, bu devrin adamı olmanın fotoğrafı...

"Arkam sağlam" rahatlığının, pişkinliğin, ahlaksızlığın fotoğrafı...

Şu fotoğraf hakkında o kadar çok şey yazılabilir ki, o kadar çok şey anlatıyor ki bu ifade... Bu bakış, bu sırıtış, ellerin pozisyonu ve zarfı atışı... İçinden geçenleri o kadar güzel yansıtmış ki...

Bu adamları başımıza getiren tüm oy sahiplerini başta olmak üzere, güven oyu veren tüm vekilleri ve tüm o vekillere bu arkası sağlamlığı veren malum kişiyi nefretle anıyorum ve bu fotoğrafı bastırıp suratlarına aha tam da onun fırlattığı şekilde fırlatmak istiyorum.

20 Ocak 2015 Salı

Boyun

Sabah doktora gittim, uyuşukluk kendini ağrıya bıraktı iki gündür. Muayene sonrasında doktor nörolojik olarak hiçbir sorun görünmüyor, en azından muayene aşamasında dedi. Mr çektirelim kesin olarak daha sonra konuşalım dedi. Büyük ihtimal boyun düzleşmesi veya fıtıksa bile çok ileri bir aşamada olduğu düşünmüyorum dedi. Yarın akşam mr için saat verildi, ilaç yazıldı. Bugünlük durumlar böyle. 

Zaten zaman zaman yaptığım egzersizlerle ilgili bir broşür verdi, bunları düzenli yap dedi. Mesleğimi sordu, bütün gün bilgisayar başında olduğun için oluyor dedi. Sürekli oturma arada mola ver, saate bir kalk biraz yürü dedi. Böyle işte.


Doğru oturuş pozisyonu buymuş. En fazla 5 dakika bu pozisyonda durabiliyorum. Sonra kendimi aşağıdaki şekilde buluyorum :)



17 Ocak 2015 Cumartesi

Uyuşuk

2 gündür sağ kolum uyuşuk. Boyundan parmak ucuna kadar. Salı günü doktora gideceğim, umarım fıtık değilimdir. Karpal tünel sendromu mu acaba? Nörolojiden randevu aldım, doğru bölüm mü? Bilen var mı?

Bugün yataktan hiç çıkmadım desem... Sabah kalktım kahvaltı yaptım geri yattım, şimdi kalktım, bir şeyler atıştırıp film izlemeyi düşünüyorum. Kolumun uyuşuk olması çok rahatsız edici bir durum.

15 Ocak 2015 Perşembe

Son Ada - Zülfü Livaneli


zülfü livaneli
Hayatımda okuduğum en sade, en güzel kitaptı desem abartmış olmam sanırım. O kadar sade ve akıcı bir anlatım ki su gibi okunup gidiyor. Uzun zamandır yazmak istediğim bir konuya da böylece değinmiş olayım; insanın doğaya hakimiyeti, ya da öyle olduğunu sanması konusu.

Son ada, tam da yaşamayı hayal ettiğim bir yer tasviriyle başlıyor. Yeşillikler içinde, az insan, herkes canı ne isterse onu yapıyor, kimse kimseye karışmıyor, ortak çalışıp, para bölüşülüyor, bürokrasi yok, trafik yok, gürültü yok, ohh miss. 40 hanelik bir ada. Ütopya kısa sürede kabusa dönüyor. "O"nun yani emekli başkanın adaya yerleşmesiyle. Başkan sadece günümüzde değil, tarih boyunca tanıdığımız bazı büyükbaşlara oldukça benziyor. Ben ne dersem o olur ama demokrasiyle olur düsturuyla, süslü konuşmalarla adadaki hayatı hızla değiştiriyor. Kurallar getiriyor, yaban adaya medeniyet getirme derdinde ve efendi psikolojisiyle minyatür devletinin kralı oluyor ve o günden sonra ütopya distopyaya dönüşüyor. 

İnsanın doğaya hakimiyeti konusu bu aşamadan sonra devreye giriyor. Martılarla başlayan çözülme, adanın ve ada sakinlerinin felaketine kadar hızla devam ediyor. Sonuçta tek kazanan var; o da martılar, yani doğa. 

İnsan doğaya müdahale edip, onu şekillendirdiğini sandığı andan beri kendini kandırıyor aslında. Doğaya yapılan her müdahale, eninde sonunda insana dönüyor, hem de en sert şekilde. Doğaya uyum sağlamak yerine, onunla mücadeleye başlayan insan, kaybeden olmaktan kurtulamayacaktır. Sen görmezsen çocukların, torunların görecektir doğanın cevabını. Ve insan, dünyanın doğaya uyumsuz tek canlısı, kendisiyle beraber tüm bu mükemmel yaşam zincirini de bozuyor. Zafer kazandığını sandığı bu mücadelenin etkilerini gittikçe belirgin şekilde yaşıyoruz ve yaşayacağız. 

Kitabı okurken bir yandan doğa-insan etkileşimini  düşünürken, bir yandan da ülkemizdeki benzerlikleri düşündüm. Bizim başkan bu kitabı okumuş ve etkilenmiş olabilir mi :) Demokrasi ve millet iradesi konusunda attığı nutuklar, ülkenin yarısından çoğunu etkiliyor ve yapılan tüm rezalet demokrasi adına -hatta ileri demokrasi- yapılıyor. Bunun dışında kitaptaki alegorilerin bir kısmının altında acaba Kürt sorunu da olabilir mi? Ben mi öyle bir şeyler sezdim acaba, bilmiyorum.

Kitabı çok sevdim, çok çok sevdim. Bizim sonumuz ne olur bilemiyorum. Hem doğa açısından, hem de ülke olarak. 

Umarım martılar kazanır, doğa kazanır. Biliyor musun blog, bazen insanlığın sonu gelsin istiyorum. 

14 Ocak 2015 Çarşamba

Temple Grandin (2010)




Geçen gün çok güzel bir film izledim. Mutlu Keçi'nin listesinden seçtiğim Temple Grandin. Müthiş bir film, oyunculuk harika, kesinlikle tavsiye ediyorum. Otizme bakış açısında farklılık yaratabilecek düzeyde iyi anlatılmış. 

Film izlerken hissettiklerim, otistik bir çocuğun ebeveyni olmanın ne kadar zor olacağı, insanların -özellikle çocukların- böyle farklı yaşıtlarına karşı ne kadar acımasız oldukları ve beynin ne kadar muhteşem bir organ olduğuydu. Hayvan davranışları konusunda uzmanlaşıp, daha kaliteli mezbahalar ve ağıllar inşa edilmesini sağlamak konusuysa epey ikilemde bıraktı beni. Temple Grandin, hayvanları gözlemleyerek davranış kalıplarını belirliyor, onlar gibi düşünüp, onlar gibi görüp, bunu varolan sistemler üzerinde uygulanmasına yardımcı oluyor. Filmin bir yerinde bir sözü var; "Doğa zalim olabilir ama biz insanlar hayvanlara saygı göstermek zorundayız" gibi bir şeylerdi. Mezbahalarda hayvanların minimum stres yaşamalarını, panikleyerek birbirlerine zarar vermemelerini sağlamak hem işletme hem de hayvanlar açısından fayda sağlayan bir şey. İşletme açısından baktığımızda stres yaşayan hayvanın salgıladığı hormonlar etlerinin kalitesini bozuyor, panikleyerek birbirlerini ezmeleri maddi açıdan zaiyat anlamına geliyor. Hayvanlar açısından ise, ölüm yolcuğunu daha huzurlu hale getirmek. 

Dün ablamın tamponları çıkarıldı. Yüzü resmen iki katına çıktı kızın. Doktor bu aşamadan sonra hızlı bir iyileşme süreci başlayacak dedi. Cumartesi günü de dikişleri alınacak, alçı çıkarılacak. Böylece bitmiş olacak. Çok merak ediyorum yaa. Umarım güzel olmuştur, yoksa çok feci bi durum. Dün doktorun muayenehanesinde bekliyorum, ablam içerde, 3-4 kişi daha geldi bizden sonra. Hepsi de estetikli. Çok komikti, kadının biri geliyor, herkes çaktırmadan birbirini inceliyor, neresini yaptırmış, nasıl görünüyor diye :) 

 Çooook da güzel bir kitap okudum, onu da bir sonraki yazıda anlatayım; Zülfü Livaneli - Son Ada

12 Ocak 2015 Pazartesi

Günlükler - Sylvia PLATH

Sırça Fanus'la tanıştım Sylvia Plath'la. Depresif, bir gün iyiliğin, bir gün hüznün tavan yaptığı ruh haliyle yazdığı "Günlükler"ini okurken kendimi daha da yakın hissettim ona. Hani sürekli plan yapıyoruz ya, şunu da yapmalıyım, bunu da öğrenmeliyim, günde 2 saat şunu, 3 saat bunu yapacağım diye hırslı hırslı planlar yapıp, tüm bunları gerçekleştirecek gücü bulamayınca yaşanan işe yaramazlık, boşa yaşıyorum hissi. Sylvia'da sürekli hayata tutunma, motive olma, bir şeyler başarma isteğiyle planlar yapıyor, ama olmuyor, bir türlü tutunamıyor, bir türlü beklentilerini karşılayacak başarılar elde edemiyor. 

Ted Hughes, hep imrendiği, hayran olduğu, çok sevdiği eşi. Hayata karşı onu motive eden, yaşama sarıldığı dalı. Başarılarıyla kendi başarmışcasına gururlandığı eşi. Mutlu olmak için umutlarını bağladığı şeyler gerçekleştiğinde de mutlu olamadığını gördüğünde, onu hayatta tutan tek dalın, hayran olduğu kocasının kendini aldattığını anladığında elinde hiçbir şey kalmıyor. 

İntiharının tartışılan noktaları var, dadının geleceği saate yakın intihar etmesi, doktorun numarasını yazdığı bir notu bırakması, kurtarılmayı umduğunu düşündürüyor. Ama olmuyor, 3.intihar denemesinden kurtulamıyor. Ted Hughes, Sylvia hayranlarının düşmanı haline geliyor. Sylvia'yı aldattığı kadınla evleniyor, Assia Wevill'le. Dramatik son ikinci eşi de aynı şekilde buluyor. 6 sene sonra kendi çocuğuyla intihar ediyor Assia Wevill.  Kimileri "oh olsun" diyor arkasından. Assia Wevill, evliliklerinde Sylvia'nın oturduğu evde, onun eşyalarıyla yaşıyor, onun intiharından sorumlu tutuluyor ve kendisi de onun sonunu yaşıyor.

Günlükler, Ted Hughes'ın son kısımlarını yok ettiği haliyle yayımlanıyor. Sadece bu sebep bile ondan nefret edilmesini haklı çıkarıyor bence. 

  • Şu anı oluşturan yegane şey olan geçmiş ya da gelecekten yoksunsan, neden şimdinin boş kabuğunu kırıp canına kıymıyorsun ki? Ancak kafatasımın içinde duran, "Düşünüyorum, öyleyse varım!" sözünü papağan gibi yineleyen, mantık yürütebilen, o soğuk, gri organ parçası her zaman bir sapak, bir yokuş, yeni bir çıkış olacağını fısıldıyor. İşte bu yüzden bekliyorum.
  • Ben, bu muazzam madde okyanusunda varlığının farkına varma yetisi bahşedilmiş alelade bir su damlasından başka bir şey değilim.
  • Benim hayatımın amacı ne ve onunla ne halt edeceğim? Bilmiyorum ve korkuyorum. Asla istediğim bütün kitapları okuyamayacağım; olmak istediğim bütün insanlar olamayacağım ve yaşamak istediğim bütün hayatları yaşamayacağım. Kendimi istediğim bütün becerileri edinecek kadar eğitemeyeceğim. Bunları neden istiyorum? Hayatımda mümkün olan zihinsel ve fiziksel tecrübelerin tüm renklerini, tonlarını ve çeşitlerini tatmak ve hissetmek istiyorum. Ve korkunç derecede sınırlıyım. 
  • Kadınlar neden duygu bekçisi, bebek bakıcısı, erkeğin ruhunun, bedeninin ve gururunun besleyicisi konumuna indirgenmeli ki? Bir kadın olarak doğmak benim korkunç trajedim. Ana rahmine düştüğüm andan itibaren bedenimde penis ve testisler yerine göğüsler ve yumurtalıklar tomurcuklandırmaya; tüm eylem, düşünce ve duygu çemberimin kaçınılmaz kadınsılığımla kesin bir çizgiyle sınırlandırılmasına mahkum edildim.
  • İçimde soluk, renksiz bir hassasiyet alevi. Tanrım, bunu bir adama yağda yumurta yapmak için yitirmeli miyim... hayatı ikinci elden işiterek, bedenimi besleyerek ve idrak gücümün ve daha sonraki dile getirişimin kullanılmamaktan semirip uyuşmasına izin vererek?
  • Neden başkalarının zevk aldığı ve kanıksadığı şeyler beni huzursuz ediyor? Neden bu kadar takıntılıyım? Sevmiyorum; kendim hariç hiç kimseyi sevmiyorum. Ben açık konuşmak gerekirse, bir tek kendime, küçük ve yetersiz göğüslerim ve sıska, zayıf yeteneklerimle bu önemsiz benliğime aşığım. Ancak benim dünyamı yansıtanlara karşı şefkat duyabiliyorum.
  • Değişebilirim, yusyuvarlak bir boşluğa sığabilmek için köşelerimi törpüleyebilirim. Tanrım, umarım kendimi bu şekilde katletmek zorunda kalmam.
  • Gelecek? Tanrım, daha da mı kötüleşecek? Hiçbir zaman seyehat edemeyecek, hayatımı yoluna koyamayacak mıyım, asla bir amacım, hayatımın bir anlamı olmayacak mı benim? Hiçbir zaman içimde filizlenen, adını koyamadığım arzuları açık seçik dillendirmek için vaktim -düşünceleri, felsefeleri irdelemek için şöyle uzun uzun zaman dilimleri- olmayacak mı? Kendi kendine bahaneler bulan bir sekreter mi olacağım ben, yoksa önüne engeller konulurken kocasının zihinsel ve mesleki anlamda gelişimini içten içe kıskanan, yavan bir ev kadını mı?
  • Korkuyorum. Neden mi? Tam anlamıyla yaşanmamış bir hayattan. Histerik bir biçimde konuşuyorum, yoksa patlayacakmışım gibi hissediyorum, kapana kısılmış gibiyim, bundan nasıl çıkacağım? Bir kısırdöngüdeyim, çok yalnızım, öylesine dolaşıp, yürüyüp sırf başkası oldukları için imrenilesi görünen insanlara bakmak dışında dışarıda hiçbir yeni yaşanmışlığım yok- geleceğimin sorumluluğu ağır geliyor, beni korkutuyor.
  • Birine öfkelendiysen ve bunu bastırdıysan, bunalıma girersin. Ben kime öfkeliyim? Kendime. Hayır, kendime değil. Kime? Daima benim kalben olmak istemediğim bir şey olmamı isteyen anneme ve tanıdığım diğer bütün anneler ve kalben olmak istemediğimiz şeyler olmamızı istiyormuş gibi görünen topluma: Ben bu insanlara ve simgelere öfkeliyim. Bu beklentilere göre yaşayamıyorum, çünkü öyle yaşamak istemiyorum.

11 Ocak 2015 Pazar

Burun

Hayatımda en değer verdiğim üçbeş kişiden biri; ablam. Bir insanın başına gelebilecek en değerli şeylerden biridir, ablası olması. Ve dünyanın en düşünceli, en iyi niyetli, en dürüst ve en tatlı ablası da bana düşmüş işte :) Öyle şanslıyım ben. 

Ameliyatı vardı cumartesi günü. Uzun yıllardır yaptırmak istediği ameliyatı sonunda gerçekleştirme cesareti buldu. Ameliyat tam 3 saat sürdü, 1 saat de ayılma süresi, 4 saat. O kadar kocamandı ki burnu, anca toparlayabildi doktor, demeyeceğim :) Normal süresi buymuş. Ben tanınmaz halde geleceğini düşünürken, tahminimden çok daha iyi bir şekilde çıktı. Tabi şişmişti yüzü ama çok çok kötü değildi. Burnunda değil, boğazında ağrı hissediyordu geldiğinde. Hortumdan tahriş olabileceğini söyledi doktor. 

Geceyi hastanede geçirdik, ağrısı yoktu. Yirmi dakikalık periyotlarla buz koydum gözlerinin üzerine, morarmaması için. Ama çok olmasa da morluklar oldu göz çevresinde. Sabah eve çıkardım. En kötü gün ameliyat sonrası günmüş, şişlikler maksimum seviyeye ulaşırmış. Öyle de oldu, yüzü daha da şişti. Salı günü tamponları çıkacakmış, 10 gün sonra da burnunun üzerindeki alçı. Acayip merak ediyorum, nasıl olacak. Burun insanı çok değiştiriyor gerçekten. Umarım mutlu olur yeni burnuyla :) 

8 Ocak 2015 Perşembe

Güzel insanlar...


Bugün beklediğim son zarfım da ulaştı bana. Ayşe ve Yunus'un kartı.  Ve bir de mail aldım uzun zamandır merakla yazmasını beklediğim birinden. O kadar duygulandım ki yazdıklarından. Yunus'un kartı gözlerimi doldurdu. Yazılanları okudukça, "bunlar bana mı yazıldı gerçekten" diye sorguladım kendimi.

Bu blog, "Kitapsız Kedi" hayatıma o kadar güzel şeyler, o kadar güzel insanlar kattı ki... Yüzünü görmediğin, belki adını bile bilmediğin insanlarla üzüntülerini, sevinçlerini, hayal kırıklıklarını, kızgınlıklarını paylaşmak... Seni anlayan insanlar olduğunu bilmek, aslında düşündüğün kadar yalnız olmadığını bilmek, senin gibi düşünen insanların varlığıyla güç almak... Başkalarının hayatlarını okumak, belki kimseye anlatamayacağın şeyleri yazmak... Bir şeyleri, birilerini değiştirebildiğine dair dönüşler almak... 

İyi ki varsın be blog. İyi ki varsınız...


7 Ocak 2015 Çarşamba

Merhamet



5199 sayılı Hayvanlar Koruma Kanunu'nun ilk maddesi şöyledir:


Madde 1 - Bu Kanunun amacı; hayvanların rahat yaşamlarını ve hayvanlara iyi ve uygun muamele edilmesini temin etmek, hayvanların acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmalarını, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesini sağlamaktır.

"Hayvanları KoruMA" adı üstünde aslında. Aynı Kanunun Tanımlar kısmında hayvanları sınıflara ayırır yasa. Evcil hayvan, sahipsiz hayvan, güçten düşmüş hayvan, yabani hayvan, ev ve süs hayvanı, kontrollü hayvan, deney hayvanı ve kesim hayvanı.

Madde 4: a) Bütün hayvanlar eşit doğar ve bu Kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına sahiptir.

Bu madde bana biraz Orwell'ın Hayvanlar Çiftliği'ni anımsattı. "Bütün hayvanlar eşittir, ama domuzlar daha eşittir." Ayrıca cümlenin ikinci bölümü daha da ilginç;  bu Kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkında sahiptir. Kanunun izin verdiği çerçevede yaşam hakkı. Başka türlüsü de düşünülemezdi zaten, biz insanlar dünyanın ve tüm canlıların efendileriyiz. Her şey bizim izin verdiğimiz şekilde olur, izin verdiğimiz sürece yaşar.

Hayvanları Koruma Kanunu diye adlandırılan bu Kanunda hayvanlara nasıl, ne koşullarda, ne şekilde deney yapılabileceği de anlatılıyor. Deney hayvanı diye bir sınıf belirlendiğine göre, üzerinde her türlü işkenceyi deneyebileceğiniz, ölene kadar her türlü acıyı verebileceğiniz hayvanlar vardır ve bu hakkınız bu Kanunla desteklenir.

İlerki bölümlerde kesim hayvanı olarak doğan hayvanların, ne şekilde öldürüleceği falan anlatılıyor.

İşte bizim Hayvanları KoruMa Kanunumuz böyle. Böyle bir Kanun olursa da, bir kediyi alıp, bağırsaklarını söken, saatlerce kameraya alıp ölümünü seyreden, sonra da üzerine damacana atıp öldüren bir pisliğe verilecek ceza da ceza olmaz tabi. Çünkü Yasa o hayvanı bir canlı olarak görmüyor, o kedi bir MAL. Ve o pislik bir mala zarar vermiş, mahkeme de bu malın ederi kaç olur diye bilirkişiye soruyor. Bu konudaki bilirkişi de bir Petshop sahibi olacak. O kedi (mal) kaç eder? Bir sokak kedisiydi, bir cafe tarafından sahiplendirilen, cins olmayan bir kedicik. Etse etse 50 lira eder. Ver 50 lira kurtul pislik. Haberin detayı için TIK. Hatırlamak isteyenler için; TIK.

Masum ve savunmasız bir hayvana, bu şekilde işkence yapabilen bir insan çıkarıyla çatışan bir durumda, ya da sadece sinir olduğu bir insana da aynı şeyi yapabilir. Ki genel duruma baktığımızda katillerin pek çoğu insanları öldürmeye başlamadan önce hayvanlara eziyet eden, işkence eden insanlarmış. Bir nevi prova. 

Bu şekilde yaşanan kaçıncı vaka. Bu sadece basına yansıyan kadarı. Her gün, her saat işkenceyle öldürülüyor hayvanlar. Binlerce insan defalarca yürüyüşler yaptı, sessizlerin sesini her alanda duyurmaya çalıştı. Ama kulakları o kadar sağır ki meclisin. Aslında işin özü şu; umurlarında bile değil. Bir kedi ölmüş, bir köpeğe işkence edilmiş, kim takar ki. Onlar daha büyük işlerin peşindeler. İtle-enikle mi uğraşacaklar? 

Tek dileğim, herkesin içine vicdan ve merhamet duygusunun yerleşmesi. Başka hiçbir şeye gerek yok. Çok beğendiğim bir söz var, Victor Hugo'nun: "Vicdan, insanın içindeki tanrıdır." Benim için de budur tek kural, vicdanım sızlıyorsa yaptığım şey yanlıştır, benim ahlakım vicdanımın elverdiğini yapmamı söyler. Ben de aksini yapamam. Yaptığım iyiliği ödül beklentisiyle yapmam, ödül-ceza beklentili yapılan her davranıştan da tiksinirim.

Her zaman dile getirdiğim gibi, hayvanları mal olarak nitelendirdiğiniz sürece "hayvan hakları"ndan bahsedemezsiniz, onları hisseden, acı duyan, sevgi gösterebilen, yaşamak isteyen CANlılar olarak değil de, MAL olarak nitelendirirseniz bu zulüm ve vahşet hiçbir zaman bitmeyecek.



6 Ocak 2015 Salı

Kar gören İzmir'li...


Sabah evden çıktığımızda kar yağıyordu. Servise binip yola çıktığımızda daha yüksek bölgelerde karın tuttuğunu gördük. Ve servisimiz birdenbire tur otobüsüne dönüştü. Herkes cep telefonunu çıkardı, fotoğraf çekmeye başladı, bir rehberimiz eksikti. 

Çok küçüktüm İzmir'e iyi bi kar yağmıştı. İlk defa kar gören ben heyecanla oynamış da oynamıştım, sonra eve geldiğimde ellerim çözülürken, kemiklerim kırılmış gibi acımıştı, ağlamıştım. 4 yıl Eskişehir'de okuduğumdan karla samimiyetimiz o zamanlar arttı. Karda yürümeyi bilmeyen İzmir'li olarak pek çok ciddi düşüşle kıçımı kırmaktan kılpayı kurtuldum.

İzlemesi güzel karı, başka da her şeyi boktan. Trafik alt üst oluyor, kazalar oluyor, çamuru pis, soğuğu pis. Ve aklıma ilk düşen şey zavallı sokak hayvanları oluyor, evsiz insanlar oluyor. Sokak kedilerinden çok köpeklere üzülüyorum ben. Kediler çöplere girebiliyor, her yere sığışabiliyorlar, zavallı köpekler ne çöp deşip yiyecek bulabiliyorlar ne de sığınacak yer bulabiliyorlar. İnsanlar köpekleri daha çok itip kakıyor, daha çok eziyet ediyor. Kedi her zaman her yerde başının çaresine bakabilen, minnetsiz hayvanlar. Köpekler öyle değil ama yaa, çok zavallılar. Kuyruk sallayarak çaresizce sığındığı insandan bir tekme de o yiyor. Kalan yemeklerinize ekmek doğrayıp ayrı bir poşete dökseniz, onu da çöpe değil de kenarına koyuverseniz, ne güzel olur. Aynı apartmanda beni görerek böyle yapmaya başlayan bir komşum da var, sayılarımız gittikçe de çoğaldı sanırım. Site içerisinde sokak hayvanlarını beslemek yasak olsa da sitenin dış duvarının yanına bırakıyoruz artan yemekleri su kaplarını, ordaki kapların sayılarının artmasından anlıyorum ki güzel bir farkındalık yaratmış olduk. 

Herkesin (patililer dahil) karda kışta, soğukta buzda sığınıcak sıcacık bir evi olması dileğiyle...

4 Ocak 2015 Pazar

Yılbaşı tatilin sonu


Tembel tembel keyif çatılan 4 günlük tatilin sonu. Sadece 1 kez evden çıktım, evimde çok mutluyum. Eşim 2 gün çıkmasa sıkılıyor mesela, ama benim yiyeceğimi içeceğimi getir, 1 ay çıkmasam da olur. Halim paspallıktan perişan. Arada bir pijamanın paçalarını çorabımın içine sokuyorum, gerisini siz düşünün :)

Dün ders çalıştım biraz. Küçük ünlü uyumu denilen şeyden nefret ediyorum. Öğrenemiyorum. Nefret ettikçe de daha beter anlamaz hale geliyorum. 

Havuçlu, tarçınlı, cevizli kek yaptım. Seviyorum kek yapmayı. Yemeyi de :) 

Sylvia'ya devam. Ah sylvia, ne kadar umutluymuş mutluluğu bulmak için aslında. 

Defter tutmaya başladım. Okuduklarım hakkında yazıyorum şimdilik. El işi projeme de yakında başlamayı düşünüyorum. İplikler, yumaklar, şişler almak için alışverişe çıkmalıyım. Ne yapacağımı kafamda netleştirmem lazım öncelikle. Bir şeyler örmek üzerinde yoğunlaşan planlarım var şimdilik ama dur bakalım. 

Tatilin son günü ne hüzünlü bir psikolojisi oluyor insanın. Yarından itibaren sabahın köründe kalkıp, buz gibi suyla yüzümü yıkayıp, makyaj yapacağımı düşünmek bile içimi ürpertiyor. 

Uzun zamandır blog yazmayan arkadaşlar var, umarım keyifleri yerindedir. Ve Küçük Joe, gidişin gerçekten üzdü beni :( 

2 Ocak 2015 Cuma

Başlık yok

Dört günlük tatilin 2.gününü de bitirdik. Hava buz gibi, dün sabah kahvaltıya Kaynaklar'a gitmek dışında evden çıkmadık. İzmir'in kısa süren ama feci ısıran soğuklarının zamanı. Klimalı odadan dışarı adımımı atmak istemiyorum. 3-4 hafta süren soğuklar için doğalgaz bağlatmayı da gerekli görmediğimizden evin içinde farklı iklimler oluşuyor işte böyle. En çok imrendiğim şey ise musluktan akan sıcak su :( Mutfakta iş yapmak, tuvalete girmek, eli yüzü yıkamak şok etkisi yaratıyor bünyede. 

Dün bloglar arasında gezindim. Birkaç blog daha ekledim listeme. Okuma listem çok fakir ve ben blog okumak istiyorum. Gittikçe daha az yazıyorsunuz millet, neden böyle yapıyorsunuz? Aslında ben de daha çok yazmak istiyorum ama olmuyor, açıyorum sayfayı ve kalıyorum öylece. 

Şu an eşim bir fincan kahve ve yanında çikolatayla girdi odaya. Ne kadar seviyorum bu adamı yaa. Yılbaşı günü bana bir de not yazmış üstelik. Çağrılarım yerine ulaşmış, seviyorum işte böyle şeyleri, acayip mutlu oluyorum böyle ufacık şeylerden. Ablam da bi dolu hediye almış bize. Ha bak aklıma gelmişken size de bir danışayım, burun estetiği yaptırmış olanınız var mı? Ablam önümüzdeki hafta sonu yaptıracak, tavsiyesi olanı can kulağıyla dinlerim. Öncesinde, sonrasında nelere dikkat edilmesi gerekir? Gerçi doktoru da gereken bilgileri verecektir ama tecrübeli olanlar varsa neler yaşadığını yazarsa sevinirim. 

Sylvia beni bekler, hoşça kalın.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...