26 Ağustos 2013 Pazartesi

Günlük


Her hafta içi, haftasonu yapacaklarımı planlıyorum ama haftasonu gelince hiçbir şey yapasım gelmiyor. 

* Evde oda değişikliği yapmak istiyorum ama sürekli erteliyorum. Yatak odasının yerini değiştirip, kıyafet odası olarak kullanılan odayı kitaplık, okuma ve çalışma odası yapmak istiyorum. Ama bir sürü iş var. Gardrop boşaltılacak, mobilyacı çağırılacak, sökülecek öbür odaya takılacak. Yatak ve kitaplık da sökülüp yerleri değişecek. Güzel olacak olmasına da bir türlü geçemedik faaliyete.

* Bugün üstümde ekstra bir isteksizlik var. Pazartesi olmasından mı bilmiyorum. 22:30 da yatmış olmama rağmen acayip  uykum var. 

* Dişçiye gittim sabahtan. Dolgumun bir kısmı düşmüştü. Çocukluğumdan beri dişlerimden çektiğimi bir ben bilirim, bir de ben :) Kim bilecek benden başka. Doktor bile söyledi, dişlerinin hemen hepsi işlem görmüş, senin malzemeden çalmışlar heralde diye. Diş dedim de sürekli gördüğüm bir kabus var. Dişlerim birer birer dökülüyor ağzımda, kimi kırılıyor, kimi yerinden çıkıyor. Ağzımda birikiyor bütün dişler. Ağzım diş doluyor. Bu rüya belli aralıklarla gördüğüm ve her seferinde gerçek gibi gelen bir rüya. Hani bazen rüyada olduğunuzu bilirsiniz de pek takmazsınız ya, öyle bi rüya değil işte bu. Gerçek gibi. Bunun da sebebini dediğim gibi sürekli dişçiye gitmiş olmamdan kaynaklandığını düşünüyorum. Yoksa çok feci yorumlar var rüyada diş dökülmesiyle ilgili. 

* Pazar günü eşimle ufak bir tartışma yaşadık. Canım sıkıldı. İkimizin geleceği için yaptığım şeylerin, verdiğim çabanın görülmemesi, görülüp de takdir edilmemesi canımı sıkıyor. Takdir edilmek şöyle dursun, bir de sanki kötü bir şey yapıyormuşum gibi davranılması sinirimi bozuyor. 

* Haftaya pazartesiden itibaren müthiş yoğun bir iş temposu olacak. Hiç hazır hissetmiyorum kendimi. Çok mayışık durumdayım. 

* İşe gidip geldiğim güzergahın tümü kazılmış, yolları kapanmış durumda. Sabahları 1,5 saat yolculuk yapıyorum. Günde 2,5 saate yakın zamanım yolda geçiyor. Sanki şehirlerarası yolculuk yapıyorum. Kitap da okumasam günün 2,5 saatini at çöpe. 

* Hava sıcak. Çook sıcak. Elektrik parası kaçtı bi taraflarımıza. Eee sen bütün gün klimayı açıp yatarsan böyle olur işte. Bakıyorum millet açmış bütün camı pencereyi, bir bizim klima sabaha kadar çalışıyor. Biz paşa torunuyuz :)

İşyerimin önündeki inşaat son hız devam ediyor. İnsanlar bu sıcağın altında bütün gün çalışıyorlar. 3.katındalar şu anda. Ben 7.kattayım. 9katlı bir iş merkezi yapılacağına göre yakında tüm forsumuz bitiyor. Aydınlık yerini karanlığa bırakacak. Tüm manzara kapanacak. Yine de bie an önce tamamlanmasını istiyorum. Çünkü 3 bloklu binanın alt katları alışveriş merkezi olacakmış. Öğle araları dolanır, gezer, havamızı atarız en azından. 

* Cumartesi Alsancağa gittik. Yaşlandığımı hissettim :) Ne anlıyor bu insanlar bu gürültülü, kalabalık, kimsenin kimseyi duymadığı ortamlardan diye düşündüm kendi kendime. Bir zamanlar böyle düşünmüyordum tabi.  İçimdeki genç, çocuk her kim varsa öldürmüşüm galiba. Artık sakin ve karşımdakinin beni duyabileceği bir ortamı tercih ederim. Seviyorum yine de Alsancak'ın hareketliliğini, insan çeşitliliğini, kimsenin kimseye karışmadığı, herkesin istediği gibi takıldığı ortamları. Kıbrıs şehitleri caddesinde oturup geleni geçeni izlemek bile çok zevkli. 

Dün de Kaynaklara kahvaltıya gittik ablacım ve yeğenimle birlikte. Çok güzel olabilecek bir günken tartışmamız sonucu .ok gibi geçti. Hiçbir şey anlamadım. 

Böyle işte...

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Anna Karenina Film - 1997 - 2012





Haftasonu ikisini birden izledim. Hem 1997 hem de 2012 yapımı. Önce 1997'yi izledim. Kitabı okuduktan sonra filmi izlerseniz büyüüüük beklentileriniz oluyor tabi. Kesinlikle yapmayın. O beklenti çıtasını baya bir düşürmeniz gerekiyor. 

Sophie Marceau, cuk oturmuş Anna rolüne. Amma velakin film o kadar yüzeysel kalmış ki, filmi izlerken kitabın özetinin özetinin özetini izler gibi oldum. Duygular, tutkular yüzeysel. Karakterler havada kalmış. Hiç kimseyi tam olarak yansıtamış. Levin filmde neredeyse yok, geçiştirilmiş sadece. Oysa kitapta iki ana karakter var Levin ve Anna. Ayrıca kitaptan farklı olarak 1997 yapımı Anna Karenina da Anna, Vronsky'den olan kızını doğumda kaybediyor. Oysa kitapta doğuyordu. Sonra kitapta Vronsky'in başarısız bir intihar girişimi vardı. Filmde ise kendini vurmuyor. Kısacası 1997 yapımı Anna Karenina beni büyük hayalkırıklığına uğrattı. Tek olumlu yönü Sophie Marceau.



2012 yapımı Anna Karenina ise Anna seçimiyle kesinlikle hata yapmış. Keira Knightley olmamış yani. Hiç olmamış. Abartılı mimikleri ve film boyunca bana resmen batan kocaman dişleriyle acı çektirdi resmen. Güzelim Jude Law, Vronsky olabilecekken olmuş mu size Anna'nın nemrut kocası. Ama müthiş olmuş. Sanki o Jude Law değil de başka biri. Gerçekten rolünün içine girmiş yani. Filme gelirsek, 1997'den epey iyiydi. Farklı bir tarzı vardı. Hem tiyatro, hem müzikal havası. Dekorlar seyircinin gözünün içine içine sokuluyor, bu tiyatro havası verse de, gerçeklikten kopmanıza neden oluyor. Dans sahneleri ve kıyafetleri çok sevdim. 

Keira'nın gözlerimi alamadığım dişleri.
   






Filmleri kitaptan bağımsız olarak değerlendirirsek daha iyi olur sanırım. Çünkü kitabı okuduktan sonra filmi izlediğinizde, filmler sıfır kalıyor. Anna Karenina'yı okuyan biri tabi ki filminden de büyük umutlar besliyor. Ama hiç de aradığınızı bulmuyorsunuz. Aslında düşünecek olursak Anna Karenina gibi bir kitabı 2,5 saatlik bir filme nasıl sığdırırsınız. Tabi ki çoook zor. O yüzden bugüne kadar  yaklaşık 30 kez beyazperdeye taşınmış. Sinema dışında da 3 tiyatro oyunu, 3 radyo oyunu, 5 tv dizisi, 3 bale, 2 müzikal oyun, 10 opera yapılmış. Daha uzun süreler de çekilir. Çünkü o derin anlatımı sinemaya taşımak gerçekten çok zor. Yalnız bizim televizyonlar bunu nasıl dizi yapmamışlar şaşırdım. Kaç sezon çıkar kimbilir. 

16 Ağustos 2013 Cuma

Düşün Değiştir Yönet - James BORG


"Bugün, dünkü düşüncelerinizin sizi getirdiği yerdesiniz ve yarın, bugünkü düşüncelerinizin sizi götüreceği yerde olacaksınız." 

"Günde aklınızdan ortalama 60 bin ile 80 bin arasında düşünce geçtiğini biliyor muydunuz? Zihninizdeki içsel diyalog, yaşamöykünüzü oluşturur. Sizi başarıya götüren de, engelleyen de düşüncelerinizdir. Dolayısıyla hayatınızı değiştirmek için tek yapmanız gereken, düşünce biçiminizi değiştirmektir."

Kitap bu görüşle, düşüncelerimizle hayatımızı nasıl şekillendirdiğimiz, düşüncelerimizi kontrol ederek davranışlarımızı ve dolayısıyla hayatımızı da değiştirebileceğimiz doğrultusunda yazılmış. Olumsuz düşünmenin hayatımız üzerinde sürekli olarak engel oluşturduğunun ve potansiyelimizi kullanmamıza engel olduğundan bahsediyor. Çok da doğru şeyler yazıyor. 

Kişisel gelişim kitaplarına karşı hep soğuktum. Kitabı eşim okusun diye almıştım. İş ortamında aşırı stresli ve bu stresin kaynağının büyük bir kısmının kendi karakteri ve düşünme tarzı olduğunu biliyorum. Kendini değiştirmesi gerektiğini sürekli olarak söylesem de elinde olmadığını, kendini değiştiremeyeceğini söylüyor. İşte kitabı bir nebze yardımı olması umuduyla ona almıştım. Ama okumadı. Benim aksime okumayı pek sevmeyen bir kocam var. Aslında okumak istiyor ama başladığı kitapları hep bırakıyor. Neyse işte, ben okuyayım da belki bir iki taktik veririm, faydası olur diye düşünerek okudum. Bu tip kitaplardan çok şey beklenir genelde, ya da çok şey vereceğini vaad eder kitaplar. Mucize sırlar, hayatınızı değiştirecek formüller. Kitapta hepimizin bildiği şeyler yazıyor aslında. Stresin insan vücuduna verdiği zararı, stresin kaynağının bizim düşüncelerimiz olduğunu, düşünme biçimimizi değiştirerek davranışlarımızı ve böylece hayatımızı değiştirebileceğimizi söylüyor sürekli. Aslında farkında olduğumuz ama bir türlü başka bir biçimi yapamadığımız şeyler. Bazen ne kadar gereksiz yere sinirlendiğimizin farkında oluruz, ya da aşırı tepkiler verdiğimizin ama yine de engel olamayız işte kendimize. Güzel ipuçları almak ve motive olmak için okunabilir bir kitap. Kişisel gelişim kitaplarının olması olmazı motivedir zaten. Sizi gaza getirirler. Yaparsın koçum derler. İyi de ederler. Su gibi, çerez gibi okunuyor. Kitabı okuduktan sonra zihnimden geçen düşünceleri okumaya ve değiştirmeye daha da dikkat eder oldum mesela. Faydalı oldu bana açıkçası. Eşime de olsa keşke.

  • İyimser ya da kötümser olmanız sonucu değiştirmeyebilir. Aradaki fark şudur; iyimser kişi hayattan çok daha fazla keyif alır.
  • Ne düşünüyorsan o'sun. Nasıl hissettiğinizi belirleyen düşüncelerinizdir.
  • Birçok kişi mutluluğu sonraya, geleceğe erteler. Oysa sahip olduğumuz tek şey şu andır. Kaç kişiden yeni bir işe girdiğinde, yeni bir sevgili bulduğunda, taşındığında, kilo verdiğinde, Aston Martin aldığında, piyangodan para kazandığında, sınavlar bittiğinde mutlu olacağını duydunuz? Mutlu olmayı beklediğimiz bu zaman zarfında hayatımızı ertelediğimiz için en değerli anlarımızı boşa harcıyoruz.
  • Hayatta en çok boşa harcadığımız şey kendi hayatımızdır.
  • Her zaman yaptığınız şeyleri yapmaya devam ederseniz, her zaman aldığınız sonuçları alırsınız.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Kedinizi tuvalete nasıl alıştırırsınız?



İşte benim akıllı kuzum. Tipe bak tipe. Ağzım sulanıyo valla, dişlerimi sıkıyorum. Çok seviyorum ben bu sıpayı. 5-6 aydır tuvalet kullanıyor benim kızım. Alıştırma süresi de 4-5 ay kadar sürdü.  Bunun için sadece klozetinizin içine oturacak büyüklükte bir leğen almanız gerekiyor.  Yapmanız gerekenlere gelince :

14 Ağustos 2013 Çarşamba

İnternetten Alışveriş Yapmak - Alışveriş Siteleri

Yıllardır alışverişimi genellikle internetten yapıyorum. Ödemelerimi de internet bankacılığı kullanarak yapıyorum. İnternet bankacılığının güvenli ve son derece kolaylık sağlayan bir uygulama olduğunu düşünüyorum. Banka şubelerine gitmek zorunda kaldığım her durumda da, iyi ki yolum buralara az düşüyor diye dua ediyorum. Çünkü gerçekten büyük rahatlık. Oturduğunuz yerden kredi kartı ödemeleri, faturalar, para transferlerini bir tıkla hallediyorsunuz, böylece ne bankaların kalabalığını ne de bankacıların bezmiş suratlarını çekmek zorunda kalıyorsunuz. (Bankacılar alınmasın ama durum gerçekten böyle, sadece bankacılar için de söylemiyorum bunu, kendim de memurum ve bezmiş suratları çok yakınen tanıyorum :) 

Neyse, şimdi bahsetmek istediğim bankacılık işlemleri değil, alışveriş. Uzun süredir tüm ihtiyaçlarım için interneti kullanıyorum. Bunun için de yine bankamın  sağladığı mükemmel bir imkan olan sanal kartımı kullanıyorum. Sanal kart, asıl kartınıza bağlı bir kart. Size asıl kartınızın dışında bir kart numarası, son kullanma tarihi ve istediğiniz gibi belirleyebileceğiniz bir limit veriliyor. Ben alışveriş yaptıkça limitimi azaltıp artırıyorum. Böylece kredi kartınızın numarası ele geçirilse bile asıl kartınızın numarası farklı olduğu için mağdur olmuyorsunuz. Ancak güvenilir ve bilindik sitelerden alışveriş yaptığınız sürece zaten böyle bir olasılık yok gibi. Yani internetten alışveriş yapacaksanız bildik ve güvenilir siteleri kullanın ve varsa bankanız sanal kart gibi bir imkan sunuyorsa mutlaka faydalanın. 

Şimdi gelelim sitelere. Ben tüm ihtiyaçlarım için genellikle Hepsiburada.com'u kullanıyorDum. Neden artık kullanmadığım kısmını sonraya bırakarak sitelerden devam edeyim. Hepsiburada, ayakkabıdan kitaba, bilgisayardan kaleme, en küçükten en büyüğe kadar tüm ihtiyaçlarınızı bulabileceğiniz kadar ürün çeşitliliği olan bir site. Tedarik sürelerinde kimi zaman sıkıntı yaşadığım olduysa da genel anlamda memnundum. Çünkü karşılaştırma yaparsanız fiyat konusunda diğer sitelere göre uygun. Kargo bedava olan ürünleri de epey fazla.

Gelelim neden artık bu siteyi kullanmadığıma. En son bir masaüstü bilgisayar aldım. Evet bir bilgisayarı internetten almak bazılarına mantıksız görünse de, fiyat olarak acayip uygundu. İndirimi vardı, aldım. Klavyesi arızalı çıktı. Geri gönderdim ve hala süründüyorlar. Ben bu arada yeni klavye aldım tabi. Artık klavyeyi istemediğimi, onun yerine tarafıma hediye çeki tanımlanmasını talep eden bir de mail attım ancak sanırım müşteri hizmetlerinin bu kısmını otomatiğe bağlamışlar. Bir insan değil, size makine cevap veriyor. Üstelik konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan abuk subuk mesajlar atıyorlar. Siz uzun uzun yazmışsınız derdinizi, onlar karşılığında bir cümlelik geçiştirme bir cevap veriyorlar. Haliyle epey sinir bir durum. Ve bugüne kadar öyle böyle değil, evimin sabunluğundan, tabloma, kitaplarımdan, cep telefonuna, ütüden, elektrik süpürgesine kadar bir sürü şey aldım bu siteden ben. Ürün sorunlu çıkabilir, tedarik sürecinde aksama olabilir, internet alışverişi sonuçta, görmeden bir şey alıyorsunuz. Ancak müşteri memnuniyeti önemli. Bir şikayete dönüş mutlaka en kısa sürede yapılmalı. Size bir mail mi geldi, telefonla dönüş yapın, telafi etmeye çalışın. Yok. Adamlar bir cümlelik mesaj atıyorlar hala. Hediye çeki nedir? Klavye tutarında bir hediye çeki yani tanımla 20 lira hesabıma. Bu kişi sizden yıllardır binlerce liralık alışveriş yapmış bir müşteri. Tatmin edeceksin müşteriyi. Malesef hepsiburada bu yönden son derece eksik kalıyor. Her ürününüz sorunlu olacak demiyorum ancak sorun çıktığında sizi üzüyorlar, haberiniz ola. 

Kitap alışverişlerimi de hepsiburada, idefixe, d&r, kitapyurdu.comdan yapıyorum. Alacağım zaman yaptığım şey bu dört (artık 3) siteden de fiyat karşılaştırması ve kargo durumlarına bakmak. Kitap fuarları da uygun oluyor ama senede bir olduğu için bekleyemiyorum. 

Üzüm kızımın mama ve diğer ihtiyaçları için de baktığım siteler şunlar; petburada, gittigidiyor, juenpetmarket. Gittigidiyor.comda fiyat yelpazesi gerçekten çok açık. Aynı ürünün değişik mağazalardaki fiyat farkı 50 liraya kadar çıkabiliyor. Bunu 15 kg'lık mama için söylüyorum. Juenpetmarket, pet ürünlerinin çeşitliliği açısından çok iyi bir site. Petburadadan da çokça alışveriş yaptım, bu sitede her aldığınız üründe bir miktar puan biriktiyorsunuz. Bu uygulaması da güzel. Üstelik siparişinizin yanında ufak sürpriz hediyeler de gönderiyorlar. Minicik bir şey de olsa müşteri memnuyetini sağlıyor. 

Giyim ve ayakkabı alışverişi için interneti uzun zaman kullanamadım. Güvenemedim. Büyük gelir, küçük gelir diye. Trendyol ve Markafoni'yle de kıyafet alışverişine başladım internetten. Ama bir süre sonra bir baktım, ekstre baştan aşağı bunlarla dolu. Kendini frenlemem gerektiğini anladım. Üstelik kalitesinden memnun olmadığım ürünler de geldi birkaç sefer. Hiç kullanmadığım birkaç şey duruyor hala dolabımda mesela. Bir de bu sitelerde sinir bozucu bir uygulama var. Sepetinize birkaç markanın ürününü koyamıyorsunuz. Yani iki ayrı ürün için iki ayrı kargo ücreti ödüyorsunuz ki, bu da en son alışverişimde 6 lira gibi bir tutardı. Kemeraltında gezerken buradan aldığım kıyafetleri çok daha ucuza görünce alışverişi kesmeye karar verdim. 

Kısaca özetlersek;
  • Bir ürün alacağınız zaman mutlaka fiyat ve kargo karşılaştırması yapın.
  • Alışverişinizi mutlaka güvenli ve bilindik sitelerden yapın.
  • Sanal kart denilen müthiş nimeti kullanın.
  • Aldığınız ve kullandığınız ürüne yorum yapın. Çünkü yapılan yorumlar bir ürün alırken çok işinize yarıyor.
  • Bana kalırsa giyim kuşamınızı şöyle giyip çıkarabileceğiniz, üstünüzde görebileceğiniz gerçek mağazalardan yapmaya devam edin. Mankenin üstünde görüp alıyorsunuz, siz giyince kendinizden tiksiniyorsunuz sonra :)
  • Kitap alışverişi için internet son derece makul.
Faydalı olması dileğiyle...

13 Ağustos 2013 Salı

Elalem ne der kaygısı ve tuhaf adetlerimiz



Üff, bir bezginlik geldi üstüme. Tatili de yedik geldik, işe başladık. Eşimin memleketindeydik.    Bence İzmir, kesinlikle Türkiye'nin en yaşanılabilir yeri. Dönüş yolunda ayrı bir mutluluk yaşıyorum. Belkahve'den İzmir'i gördüğüm zaman içim kıpır kıpır ediyor. O Belkahve yolu böyle sık aralıklarla tırtırlanmış ya kayma olmasın diye. Arabayla inerken tır tır tır, tırtır, tırtırtır ediyor. İçim de öyle tırtır ediyor işte :) Ve evim... Evim evim güzel evim. Evim dışında bir yerde kalmayı sevmiyorum. Eşim alınıyor ama bu kişilere ve yerlere özel bir durum değil. Kendi annemin evi ya da başka bir yerler hiç farketmez, evim dışında olmayı sevmiyorum. Bir de kuzucuğumu bırakıp gitmek var. O ayrı bir iç yarası. Ayrı bir özlem. Ablama veriyoruz anahtarı, sağolsun ilgileniyor ama benim aklım hep onda kalıyor tabi. Annesinin kuzusu. Ayrıca İzmir gerçekten başka. İzmir'de yaşamaktan büyük mutluluk duyuyorum. Ayrı bir hoşgörü ortamı var. Herkesin memleketi kendine güzel derler ya, onlar için de İzmir'de yaşamak zor. Onlar da İzmir'i sevmiyorlar. 

Spor salonuna 10 günlük bir ara verdik. Bugün yeniden başlıyoruz. Ama akşamları iş çıkışı gitmek gerçekten zor geliyor insana. Zaten yorulmuşsun, hava vıcık vıcık sıcak. İşten eve gelene kadar 1 saate yakın yolda uykum da gelmiş oluyor. Eve git üstünü değiştir, spor salonuna git. Baya zorluyorum kendimi. Üstelik aç da gidiyoruz. Eve geldiğimizde saat 21:00 civarı oluyor. Eee yemek yedin ettin saat 22:00. O saatte yemek yemek zaten kötü. Başka türlü de ne zaman gidicez, mecbur bu şekilde gidiyoruz. Spor salonunda veremediğim kiloyu eşimin memleketinde verdim :) Canımcım okuyorsan hiç kızma :)  Ama ne yapayım, yemek yiyemedim resmen. Yerde yemek yemek benim için resmen işkence. Dizlerim acıyor, bacaklarım uyuşuyor. İki de bir pozisyon değiştirmeye çalışıyorum. Bu arada zaten 10-12 kişi yendiğinden daracık bir alan kalıyor sana. Yani yediğimden hiçbir şey anlamadım. Aynı sebeplerle tuvalet de sorun. Bi yerken bir de çıkarırken :) büyük ıstıraplar çekiyorum yani. 

Neresi olduğunu söylemiyim de, orda insanlar yemek yemek için yaşıyorlar. Yaşamak için yemek yenir ya normalde. Oralarda bunun tersi. Sürekli yenir mi? Yemek yiyorsun, üstüne tatlı, üstüne meyve, üstüne çay, üstüne kuruyemiş, üstüne dondurma, üstüne bişiler bişiler. Ne varsa artık. Ve sürekli olarak yemek ser, yemek topla, bulaşık yıka, yenilerini hazırla. Misafire de aynı şekilde. Ev görmeye gidilir, gelenlere yemek çıkarılır. Bu gibi ziyaretlerin de binbir çeşidi var ve öyle bir iki kişi gelince bitmiyor. Aylarca devam ediyor. Mesela; ev görmesi, gelin ertesi, bebek görmesi, hastalık ziyareti, cenazeye başsağlığı ziyareti vs.vs. Cenazesi olan eve yemek götürülür mesela burda, orda cenaze evi gelenlere yemek veriyor. Yani hem acınız var, hem de misafir ağırlamak durumundasınız. Kötü bir durum yaa, ben kimseyi görmek istemezdim sanırım o durumda, kaldı ki yemek falan hazırlamak ya da hazırlatmak, zor yani. İnsanlar gelicek yiyip içip gidicekler. Ciddiyim kovalardım :) 

Gelin ertesi denilen işkence metodunu da anlatmak istiyorum :) Evlenen insanın evine ertesi gün falan gidiyorlar valla. Yahu durun adamlar gerdeğe girsin bi :) Bizim buralarda ayıptır yeni evli çiftin evine gitmek. İşte her yerin kendine has görgü kuralları var. Üstelik gelin, bu ziyaretlerde gelinlik giymek zorunda. Ve gelen insanlara kahvaltı ya da yemek hazırlanacak. Kahvaltı dediğimiz de bizim bildiğimiz kahvaltı değilmiş. Patates kızartması, biber dolması ,(asıl yemek sayılan biber dolmasını etli yapıyorlar ve bizim normal bildiğimiz dolmaya onlar "yalancı" diyorlar. kahvaltıda verilen yalancı olanı.) üstüne de tatlısı olacakmış. Yani burdaki gibi koy simiti, peyniri, domatesi olayı değil. O kadar ucuz kurtulamıyorsunuz yani. Her gelenle gelinliği giy çıkar, giy çıkar :) Pijama da değil ki bu anacım, gelinlik. Giymesi bir dert, çıkarması bir dert. Aklın sınırları zorlanıyor. Görümcemin gelin ertesi 1 yıla yakın sürmüş , zaten sonra da bebeği olmuştu. Sonrasında da bebek görme başlamış :) 1 yıl da bebek görme:) Ömrünü yerler valla insanın. Bebek görme olayı da aynısı. Yani bu memlekette kadınlar resmen birbirlerine işkence yapıyorlar. Bilmiyorum belki bana çok yabancı geldiği için, hiç öyle şeyler görmediğim için tuhaf geliyordur. Ama hayır, gerek kayınvalidem, gerek görümcem de kendi adetlerinden şikayetçi. Hem şikayetçi herkes, hem de "aman millet ayıplamasın" diye devam ettiriyorlar. Böyle küçük yerlerde en büyük sorun zaten bu. Elalem ne der kaygısı insanı öldürüyor. 

Ben de tam tersim işte. Elalem ne der beni hiç ilgilendirmiyor. İsteyen istediğini desin, isteyen dilediğini konuşsun. Aklıma uygun olan neyse onu yapar, öyle yaşarım. Herkes de öyle yapsa, hayat bayram olur vallah da billah da. Kasmasak, sınırlamasak birbirimizi, kınamasak, ayıplamasak ne güzel olur. Herkes nasıl mutluysa öyle yaşasın yaa. Bir kere yaşayacağız. Öldün mü bitti işte. Hiç ölmeyecek gibi yaşasak da, bir dakika da kalmış olabilir ömrümüzden, on yıl da. Onun için ne istiyorsan yap kardeşim, nasıl istiyorsan öyle yaşa. Takma elalemi, onu, bunu. Önce kendine baksın elalem. 


11 Ağustos 2013 Pazar

Hayvanların Sessiz Dünyası - Marian Stamp DAWKİNS



"Eğer öteki hayvan türlerinin de bilince sahip olduğuna karar verirsek, bu onlara karşı tavrımızı büyük ölçüde etkileyecek ve onlara karşı yapacağımız ahlakça kabul edilebilir davranışlarla ilgili düşüncelerimizi bütünüyle değiştirebilecektir. Hayvanları yemek, üzerlerinde deney yapmak ya da bizi rahatsız eden bir şey yaptıkları gerekçesiyle öldürmek tamamen yeni bir bakış açısıyla değerlendirilebilir."

Diyor Marian Stamp. Keşke öyle olsaydı. Hayvanlarda bilinç olgusu artık bilinen bir şey ancak onlara karşı insanlığın tavrı değişti mi? Hayır. Hayvanlara karşı uygulanan işkence ve zulüm artarak devam ediyor. Karşı koyamamaları ve sessizlikleri sayesinde insan türü zulmüne devam ediyor. 

İnsan dışındaki hayvanlarda bilinç var mıdır yoksa hareketleri ve yaşamları sadece otomatik pilotta mı sürmektedir? Marian Stamp Dawkins, kitabında bunu araştırıyor. Çok sevdiğim ve severek okuduğum Richard Dawkins'in ilk eşi olan Marian Stamp Dawkins bir biyolog ve hayvan davranışları üzerinde dersler veriyor. Konuya son derece bilimsel yaklaşılsa da kitap kesinlikle okunması zor bir kitap değil. Anlatımı son derece yalın ve dili anlaşılır. Hayvanlarda bilincin varlığı üzerine yapılan deneyleri ve bu deneyler sonucundaki çıkarımları aktarıyor. Son derece ilginç sonuçlar veren deneyler okuyorsunuz. Kitabın sonunda geniş bir kaynakça da var. 

Benim kitabım 1999 basımı. Kitabı alalı ve okuyalı 12 sene olmuş. Tübitak yayınlarından çıkan kitap araştırdığım kadarıyla piyasada bulunmuyor.  Bulursanız kesinlikle okumanızı tavsiye edeceğim bir kitap. 

1 Ağustos 2013 Perşembe

Anna Karenina - Lev TOLSTOY




"İÇİM NEFRETLE DOLU, ÖCÜMÜ ALACAĞIM"

İşte bu cümleyle başlıyor kitap. Ve sonunda bitirdim. İlk Tolstoy kitabım Anna Karenina.  Uzun sürmesi kesinlikle sıkıcılığından falan değil, tamamen benim tembelliğimden. Araya tatil girdi falan, hiç okumadığım 2 hafta vardı.

Nasıl anlatacağımı, nereden başlayacağımı düşünüyorum birkaç gündür. İnternette Tolstoy üzerine biraz araştırma yaptım. Böyle kitaplar okuyunca her seferinde "nasıl yazıyorlar", "nasıl düşünüyorlar" bu adamlar diye düşünüyorum. Tolstoy gibi bir yazarın, Anna Karenina gibi bir kitabın hakkında yazı yazmak gerçekten çok zor. Benimki kendince bir yorum sadece. 

Bir erkeğin; bir kadının iç hesaplaşmalarını, duygularını, hırslarını, her saniye değişen gelgitli ruh halini bu kadar iyi yansıtması nasıl anlatılır, bilemiyorum. İnsan gerçekten şunu düşünüyor. Bir insan kendini bile bu kadar iyi tanıyamaz. Öyle bir şey ki, sanki Tolstoy bir kadının beynini, kalbini okuyor. Onun içinde yaşıyor, onun gözlerinden bakıyor. Öyle bir dünya oluşturmuş ki, sadece Anna değil, tüm karakterlerin ayrı ayrı düşünceleri, yaşayışları tüm detaylarıyla önünüzde. 

Önce karakterlerden başlayayım. Bana göre kitabın iki ana karakteri var. Biri Anna Karenina, diğeri Levin. Hatta Anna'dan daha öne çıkıyor Levin kitabın bütününde. Bunun sebebi de Tolstoy'un kendini Levin'le bağdaştırması, kendini Levin'le yansıtmasıymış. Anna, Rus sosyetesinde sayılan, sevilen hoş bir kadın.  Kocası Aleksey Aleksandroviç Karenin, saygı duyulan, son derece titiz ve kurallara bağlı bir devlet memuru. Bir o kadar da duygusuz. Anna ile ilişkileri otomatiğe bağlıymış gibi süren monoton bir ilişki haline gelmiş ve kocası Anna'nın ruhunda olup bitenlerden, yaşanan kasırgalarda bihaber. 

Anna, erkek kardeşi Stepan Arkadyeviç ve eşi Dolli'nin arasındaki buzları eritmek için Moskova'ya gidiyor ve orada Kont Vronski'yle karşılaşıyor. Vronski, genç, yakışıklı, çapkın bir subay. Karşılaştıkları anda birbirlerinden etkileniyorlar. Anna'nın ruhundaki tutku, kocası ile ilişkisinden sonra, yıllardır sessizliğini koruyan bir yanardağ gibi patlıyor. Vronski ise Anna ile ilişkisi yüzünden işinden oluyor. Ancak Anna'ya gizli saklı yaşamak, yalan söylemek acı veriyor ve her şeyi kocasına anlatıyor. Kocası Aleksey ise sadece sosyetedeki durumunu, işini ve çevresinin bu duruma tepkisini düşünüyor. Hiçbir şey olmamış gibi davranacağını, karısının da öyle davranmasını talep ediyor. Bu tepki gerçekten bizim toplumumuz için  şaşırtıcı. Biz de olsa kadının kafa göz yarılırdı, en azından derhal boşanılırdı, ancak Aleksey hala sizli bizli konuşmaya, kimseye çaktırmamaya çalışıyor. Bu durum Anna'yı büsbütün bunalıma sürüklüyor. Kocasından daha da tiksinmeye başlıyor. Artık onunla olamayacağını anlayınca da kocasını ve oğlunu terk ediyor ve Vronski'yle kaçıyor. Bundan sonrasının toz pembe bir aşk hikayesi olacağını sanmayın çünkü Anna'nın çıkmazları daha da büyüyor. Oğlunun özlemi bir yandan, çevresi tarafından dışlanması, aşağılanması bir yandan, Vronski'nin tutumlarının değiştiğini düşünmesi diğer yandan Anna'yı boğmaya başlıyor. 

Aynı durum hala geçerli değil mi, toplumun kadın ve erkeğe bakış açısı, aynı olay için kadın ve erkeği yargılaması ne kadar da farklı. Anna tamamen toplumdan dışlanırken, Vronski davetlere katılmaya devam ediyor. Anna evde otururken, Vronski günlük hayatını sürdürüyor. Vronski'den bir de kızı oluyor Anna'nın. Ancak oğluna duyduğu sevgiyi kızına karşı hissedemiyor Anna. 

Bu arada bir de Levin ve Kiti ilişkisi var. Levin en başından beri Kiti'ye aşık ancak, Kiti Vronski'yi sevdiği için Levin'in teklifini reddetmişti. Sonrasında Anna'ya aşık olan Vronski, Kiti'nin kalbinde tamiri uzun süren bir yara açtı. Ve Kiti, Levin'in teklifini kabul ederek onunla evlendi. Levin-Kiti ilişkisi, Anna-Vronski ilişkisi kıyaslandığında, Anna-Vronski ilişki son derece tutkulu bir aşk. Ancak Levin-Kiti ilişkisi sevgi ve saygıya dayalı, diğerine göre oldukça sakin bir ilişki. Kitabın sonundaki duruma baktığımızda tutkunun ve aşkın mutluluk getirmediğini söyletiyor Tolstoy bize. 

Anna'nın Vronski'yle sorunlarının başlamasından sonraki bölümleri öyle bir yaşıyorsunuz ki. Tolstoy burada döktürüyor gerçekten. Anna'nın iç diyalogları o kadar iyi ki. Kadın ruhunun gelgitlerini öyle bir aktarmış ki, Anna'nın çaresizliğini, ne yapacağını bilemez hallerini, bir dakikasının bir dakikasını tutmamasını, tüm dengesizliğini birebir yaşıyorsunuz. Kitabın en beğendiğim bölümleri işte bu Anna'nın kendi kendine konuştuğu bölümlerdi. Bir de Kiti'nin doğum yaptığı bölümler. Resmen doğum sancısı hissettim. 


Kitapta sadece bir aşk hikayesi okumuyorsunuz. O dönemin Rus sosyetesi, çiftçisi. Bunların iç yüzü. İnsanların yaşayışlarına dair bir çok ayrıntıyı da öğrenmiş oluyorsunuz.

Kitabın ilk cümlesi "içim nefretle dolu, öcümü alacağım". İşte Anna kendi yaşadığı acılara karşı duyarsız kalmaya başlayan Vronski'ye, tüm bunların sorumlusu olarak gördüğü sevgilisine öcünü de kendi canına kıyarak alır. Hem kendini bu durumdan kurtaracağını, hem de Vronski'den öcünü alacağını, o öldükten sonra Vronski'nin yaşayacağı acıyı düşünür. Anna öldükten sonra ne olur, herkes hayatına devam eder. Vronski ise kendine duyduğu nefretle 1876'da Osmanlı'yla olan savaşa katılmaya karar verir.

Anna'nın ölümünden sonraki bölümde Levin'in dinsel iç hesaplaşmaları yaptığı bölümlerde de sıkça altını çizdiğim yerler vardı. Burada Tolstoy kendi görüşlerini yansıtmış.

"Onun için sorun şuydu: "Hristiyanlığın kişisel yaşamımla ilgili sorulara verdiği yanıtları kabul etmiyorsam, kabul edebileceğim yanıtlar nelerdir?" Levin, yığınla inancın arasında bu sorulara yanıt değil yanıta benzer bir şey de bulamıyordu. Oyuncak ya da silah mağazalarında yiyecek arayan bir adamın durumundaydı."

"İnsan kendi çıkarı için değil, Tanrı için yaşamalıymış. Hangi Tanrı için? Bundan daha anlamsız ne olabilir? İnsanın kendi çıkarı için yaşamaması gerektiği... Yani anladığımız bizi çeken, istediğimiz şey için değil, anlayamadığımız bir şey için, hiç kimsenin anlayamadığı, neyin nesi olduğunu bilmediği Tanrı için çalışmak gerekirmiş."

"İyiliğin bir nedeni varsa, iyilik değildir artık o. Sonucu, yani ödülü varsa iyilik olmaktan çıkmıştır. Öyleyse iyilik, neden ve sonuçlar zincirinin dışındadır." (Vaat edilen cennete kavuşmak için yapılan iyiliklerden bahsediyor. Bu bence de tam bir menfaat ilişkisidir. Ceza ya da ödül için bir şeyi yapmak ya da yapmamak, ahlaklı bir davranış olmaktan çıkar.)

Tolstoy'un hayatı hep bu sorular üzerine düşünmekle geçmiş aslında. Ben kimim, neden varım. Ölüm ve yaşam üzerine çok düşünmüş, düşüncelerini anlattığı kitaplardan müslüman olduğu fikri bile çıkarılmış ki buna diyecek bir söz bile bulamıyorum ben. Tolstoy, kilise tarafından afaroz edilmiş ve ölümünün 100. yılında bile ailesinin girişimlerine rağmen affedilmeyeceği bildirilmiş. Cenaze töreni kendi isteğine göre, kilise gelenekleriyle defnedilmemiş.
Ben Tolstoy'u çok sevdim. Anna Karenina'yı da. Vejeteryan olması sebebiyle de Tolstoy'a ayrı bir yakınlık da duyuyorum. Kitaplarını okumaya da devam edeceğim. Şimdi merak ettiğim Anna Karenina'nın filmleri. 1997 ve 2012 yapımı 2 filmini de izleyeceğim, sonra filmleri hakkında da yazarım. Ama internetten baktığım kadarıyla benim kitabı okurken kafamda canlanan Anna, kesinlikle 1997 yapımı filmdeki Anna. Yani Sophie Marceau

Şöyle ki : 
sophie marceau



Bir de 2012 yapımı Anna var. Keira Knightley. O da şöyle :

Anna Karenina


Ben okumadan önce çevirileri hakkında kısa bir araştırma yaptım ve en iyisinin İletişim Yayınlarından çıkan ve çevirisini Ergin Altay'ın yapmış olduğu kanısına vararak onu aldım. İyiki de öyle yapmışım. Gayet güzeldi . Kitabın sonunda da Nabakov'un sonsözü var. Nabakov romanı özellikle zaman kurgusu açısından masaya yatırmış ve ayrıntılı bir zaman çizelgesini çıkarmış diyebilirim. 

Kesinlikle tavsiye ederim. İyi okumalar.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...